İnsanın Vahşi Doğasına Karanlık Bir Yolculuk

Sineklerin Tanrısı

Uygarlık kavramı, aklın özgürleşmesiyle erişilen, vahşiliğin ve barbarlığın bir kademe üstü, aydınlanmacı bir toplumsal durumu işaret eder. Wilhelm von Humboldt, 1836 tarihli Dil Üzerine isimli kitabında uygarlığı ‘insanlaşma süreci’ olarak tanımlamaktadır. Buradan anladığımız, uygarlık erişilmesi kolay nihai bir sonuç değil; rasyonel düşünce ve insanı ‘insan’ yapan nitelikler ile harmanlanmış sonu gelmez bir süreçtir. Modern (kentsel) hayatın içinden gelmiş, iyi bir sosyal çevreye ve kültüre sahip iyi yetişmiş bireylerin uygar insanı temsil ettiğini bu bilgiler doğrultusunda kabul ederiz.

Sineklerin Tanrısı
Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies), İş Bankası Kültür Yayınları, Yazar: William Golding Çevirmen: Mîna Urgan, Basım Yılı:2008, 261 Sayfa

Sorumuz şu: İnsanın siyasal ve kültürel devrimler yarattığı ‘ileri uygarlık’ düzeyine erişirken biçimlenen kişiliği, uygarlık yok olduğunda aynı ölçüde devam edebilir mi? Yoksa her birimiz uygar dünya düzenine uyum sağlamak üzere çeşitli denetim aygıtlarıyla şartlandırılmış vahşi primatlardan mı ibaretiz?

William Golding tarafından altmış küsur sene önce kaleme alınan ve kendisine bir de Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran, iki defa da sinemaya uyarlanmış Sineklerin Tanrısı yukarıda sorduğumuz bu soruya yanıt aramaktadır. Kitap, 2. Dünya Savaşı sonrası baş gösteren nükleer paranoya döneminde yazılmış; ıssız adaya düşen bir grup çocuğun hikâyesinin anlatıldığı yapıbozuma uğramış bir Mercan Adası uyarlamasıdır. R.M.Ballantyne’nin Mercan Adası (Coral Island) isimli romanı,  ıssız adaya düşen üç çocuk üzerinden dostluk ve iyimserlik mesajlarının verildiği, korsanlar ve yamyamlarla dolu masalsı bir serüven iken; Sineklerin Tanrısı benzer temayı olduğu gibi tersyüz ederek daha karanlık, karamsar ve gerçeğe daha yakın konuma yerleştiren bir ıssız ada simülasyonudur.

Hikâye, bir atom savaşı sırasında geçtiği varsayılan bir gelecekte güvenli bir bölgeye götürülmekte iken uçaklarının düşmesi sonucu kendilerini ıssız bir mercan adasında bulan, henüz buluğ çağına girmemiş bir grup çocuğun başından geçenleri anlatır. Herhangi bir iktidar ve otorite figürünün, yetişkin boyunduruğunun olmadığı ıssız ada gibi bir mekânın görece uygar bir toplumda yetişmiş, her biri çeşitli kabiliyetlere ve karakteristik özelliklere sahip çocuklar için nasıl bir eylem alanı yaratacağını bu noktadan itibaren izlemeye başlarız. Issız ada, mekânsal kullanım açısından İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un dediği gibi bir doğa durumunu (state of nature) temsil eder. Doğa durumu; yasalarla düzenlenmiş meşru bir siyasal yapının olmadığı, insanın en ham haliyle var olma çabasını içeren, sınırların yok sayıldığı kaotik bir sosyal yapı tasavvurudur. Sineklerin Tanrısı’nda, yazının başında örneklenen ‘ileri uygarlık’ düzeyine ulaşmış sistemli bir toplumdan bir anda otoritenin sıfırlandığı, disiplin ve düzene ihtiyaç duyulmayan sistemsiz bir yapıya geçiş şok edici bir şekilde, beklenmedik ve ani olarak gerçekleşir. Bu ani değişime maruz kalan topluluğun ise henüz gelişme çağındaki çocuklardan oluşması daha karamsar ve tekinsiz bir distopya yaratmaktadır.

Golding, yazar olmadan önce uzun süre bir erkek okulunda öğretmenlik yapmış; savaşta orduya hizmet etmiş olduğundan kitabı yazarken geçmiş deneyimlerinin büyük katkısı olmuştur. Eser, anlatım yönünden alegoriye örnek olarak gösterilebilecek en gerçekçi kitaplardan biridir. Kitaba ismini de veren Sineklerin Tanrısı, Katolik Hıristiyanlıkta Beelzebub olarak da bilinen şeytan imgesinin ta kendisidir. Bu da kötülüğün en saf halinin insanın kendi doğasında yer edindiğini sembolize etmektedir. Kitabın ana karakterlerinden olan Jack ve Ralph isimleri de Mercan Adası’ndan alınmış olduğundan Golding’in sembolik anlatımı daha en başta kendisini gösterir.

Kitabın ana karakteri olan dört çocuğun (Ralph, Domuzcuk, Simon ve Jack) her biri, hemen her okulda karşımıza çıkan belirgin öğrenci tiplerini temsil eder. Ralph, iyi yetiştirildiği belli olan, eli yüzü düzgün, eşitlikçi ve iyimser bir karaktere sahip (babası donanmada görev aldığından gelip onu kurtaracağı umudunu taşır) ideal bir sınıf başkanı tipidir. Domuzcuk, tıknaz ve ileri derecede miyop özelliği nedeniyle çevresi tarafından alaya alınmasına rağmen analitik becerisi gelişkin, sağduyulu tipik bir danışman karakterdir. Simon, içine kapanık, zaman zaman hülyalara dalan, bilge ve manevi açıdan yoğun bir karakter portresi çizer. Jack ise kilise korosunun lideri olarak, liderlik vasfını bir nevi zorbalık ve korkutma aracı olarak kullanan, pervasız ve kabadayı bir çocuk modelini temsil eder.  Her ne kadar karakter alegorisi belirli çocuk tiplerini yansıtsa da ortada yolunu kaybetmiş, dünyasından kopmuş, ruhsal gelgitlerin etkisinde bir grup çocuk olduğunu göz önüne alırsak mutlak iyi ve mutlak kötü karakter ayrımı yapamayız. Bunun en büyük örneği de Ralph gibi ideal, uzlaşımcı bir karakterin alaycı bir kibirle Domuzcuk’a istemediği halde bu lakabı yakıştırmasıdır.

Adada liderlik oybirliği ile Ralph’e verilir. Domuzcuk’un bulduğu dev bir şeytanminaresini toplantı çağrısı için kullanırlar. Şeytanminaresini elinde tutan söz hakkına sahiptir. Çocuklar Britanya gibi medeni bir coğrafyadan geldiklerinden karar almaları ve eyleme geçmeleri için uygar dünyada, muhtemelen okulda deneyimledikleri yöntemlere başvururlar. Bu yüzden grup davranışları başlarda büyük ölçüde uyumludur. Ne var ki; distopik/kıyamet sonrası gelecek tasavvurlarının hemen hepsinde görüleceği üzere doğa durumunda nizami bir yapı oluşturmak, kuvvetli bir otorite ve meşruiyet eksikliğinden dolayı   pek kolay değildir. Toplulukta henüz anaokulu çağında pek çok çocuk bulunmaktadır ve yaşı ufak olan bu çocukların dikkat eksikliği ve çabuk sıkılmaları ile başlayan oyun merakı barınma ve beslenme düzenini oturtmayı zorlaştırır. Ralph, seçilmiş grup lideri olarak ateş yakılması ve yakından geçebilecek bir geminin dikkatinin çekilmesi gerektiğini savunurken; daha hırçın olan grubun alternatif lideri Jack ise avlanma ve et yiyerek beslenme ihtiyacının öncelikli olması gerektiğini savunur.  Bu yüzden zamanla uyum birliktelik bozularak yerini yavaş yavaş çatışmaya ve nihayetinde ayrışmaya bırakacaktır.

Çocuk demek engin bir hayal gücü demektir. Daha adaya ilk ayak basıldığında çocuklar korkuya kapılmayıp Hazine Adası ve Mercan Adası’ndaki gibi bir serüven yaşayacaklarına yönelik saf bir beklentiye girerler. Ne var ki; zaman ilerledikçe adanın ıssızlığı, büyüklerin olmaması, tedirginlik ve karabasan görme gibi türlü psikolojik gerekçelerle hayatın okudukları kitaplardaki gibi olmadığını kanıksamaya başlarlar. Ateş yakma fikri ilk ortaya atıldığında herkes büyük bir coşkuyla bu fikre balıklama atlar. Ancak ateşin kontrolünü kaybetmeleri ufaklıklardan birinin ölümüyle sonuçlanır. Yangın geniş bir alana kaplamıştır. Bu noktada masumiyetin silikleşmesine tanık oluruz. Bu olaydan sonra adada bir de canavar olduğu söylentisi yayılır. Küçükler bu konuda kabuslar ve karabasanlar görmektedir. Bu yüzden dünyadan soyutlanmış, savunmasız durumda olan çocuklar arasında korku giderek artar. Jack’in katolik okul öğrencisi ağırlıklı grubu hayali canavar için mızrak başına geçirilmiş bir domuz kafasından adak yaratıp, etrafında uçuşan sineklerden hareketle adını Sineklerin Tanrısı koyarlar. Simon, canavar olduğu varsayılan görüntünün ölü paraşütçüye ait olduğunu keşfettiği zaman, bunu Jack’in grubuna müjdeli bir şekilde yetiştirmek ister.  Buna rağmen adeta toplu bir psikoz içinde katliam naraları atan çocuklar Simon’ı canavar zannederek mızrak darbeleriyle öldürür. Şiddet, ister istemez çevrenin büyüsü ile artık savaş durumunu zorunlu kılmaktadır. Ölçüsüz şiddetin ve akan kanın tadına bakan çocuklar bütün korkularını yenerek daha da saldırganlaşır. İlkel atalarımızın vahşi doğada hayatta kalmalarını sağlayan, korkuyu def eden temel içgüdüleri tam da bu öldürme ve avlanma dürtülerinden beslenir. Bu da silikleşen masumiyetin kayboluşunu temsil eder.

Jack’in grubu bir mikrofaşizm örneğidir. Pek çok çocuk sınırsız avlanma, sınırsız oyun fırsatıyla Jack’in diktatörlüğünü seçer. Adadan kurtulma imkânı dahi avlanmaktan, yakıp yıkmaktan daha cazip görünmemektedir. Jack’in grubunda pek çok çocuk; artık uygar dünyanın kuralcı boyunduruğundan kurtulup sapkın davranışlar gösteren birer yabaniye evrilmiştir. İnsan, ikiyüzlü doğasını bir kenara bırakarak ıssız ormanda gerçek kişiliğini yeniden bulmuştur. Hannah Arendt’ın Nazi psikolojisini tanımlarken kullandığı “Kötülüğün Sıradanlığı” yaklaşımı çocuk gibi en saf duyguların nihai temsilcisinde bile kendini göstermiştir. Kötülük, karşısında onu olumsuzlayacak, ayıplayacak bir otorite figürü bulunmadığından normalleşmiş; rahatsızlık verici özelliğini yitirmiştir. (Bu gene de ister istemez okuyucu için büyük bir rahatsızlık kaynağıdır) Her şey sıradan bir oyun gibi yaşanmaktadır. Jack’in grubundan Roger isimli çocuğun kitabın sonlarına doğru Domuzcuk’u dev bir kayayla öldürmesi kötülüğe/barbarlığa icazet verilince gerçekleşebilecek bu durumun sarsıcı bir örneğidir.

Kitap, en yakın iki dostunun öldürülmesine tanık olarak yalnızlaşan Ralph’ın Jack ve vahşi ordusundan kaçış mücadelesi, uzun zaman sonra karşılaşılan ilk yetişkin; kıyıya yanaşmış filikadan çıkagelen deniz subayının önüne kapaklanması ile son bulur. Tansiyonun en yüksek olduğu anda gelen ‘kurtarıcı’ figür sayesinde dalganın kıyıdan çekilip şiddetli bir şekilde tekrar kıyıya vurması gibi Ralph ve bir kaç çocuk şiddetli bir duygusal patlama yaşarlar, gözyaşları boşalır. Adada yükselen alevlerle doğru orantıda artan şiddet dozunun yarattığı sarhoşluk etkisi yerini –okuyucu açısından da- derin bir rahatlama hissine bırakır. Jack ve Ralph arasındaki çatışmacı gerilim, büyüklerin gelmesi ve önceki düzenleri geri dönme fırsatının yarattığı etkiyle son bulmuştur. Bundan sonra neler olacağı da tamamen okuyucunun hayal gücüne kalsa da dışarıda hala atom savaşının devam ettiği göz önünde bulundurulmalıdır.

Sineklerin Tanrısı, uygar ve vahşi insan ikilemine getirdiği gerçekçi tasarımıyla savaşın ve şiddetin tam ortasına çocukları yerleştirerek en saf duyguların bile birer yanılsamadan ibaret olduğunu iç karartıcı bir olay örgüsüyle anlatan zamansız bir eserdir. Golding, uygarlığın çöküşü, otoritenin ortadan kalkması, öldürme hazzının keşfi, şiddetin sıradanlaşması gibi ‘tersine medeniyetleşme’ sürecininin tüm halkalarını semboller vasıtasıyla büyük bir ustalıkla kullanarak gerçek doğamızın ürkünçlüğünü tüm çıplaklığıyla yüzümüze vurur. Enkaz altındaki bir dünyayı terk eden insanın başka bir dünyada sıfırdan yeni bir enkaz bırakacak kadar zayıf olduğunun yüzüne vurulması için, hayatın her zaman çoğu romanda ve filmde olduğu gibi iyimser bir mutlulukla yürümeyeceği anlatılmalıdır. Golding’in eseri bu anlatı için eşsiz bir örnektir.

Simon’ın canavarın gerçekliği üzerine yapılan tartışmada insanın hastalığını kastederken ortaya attığı şu bilgece cümlede söylediği gibi: “Belki bir canavar vardır, belki… Belki de canavar yok. Belki sadece biziz.”

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin