Bir Gün Tek Başına Romanında Kenan Nerede Durmaktadır?

Mediha Göbenli

Kenan

Bu yazının hedefi Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına isimli roman kahramanı Kenan üzerine bir karakter incelemesi yapmaktır. Kenan’ın kişiliği, dünya görüşü, sosyal çevresi, eğitimi, mesleki hayatı, aşk ve cinsellik konusunda tutumu ele alınıp tartışılacaktır. Ancak en başta Vedat Türkali’nin estetik ve politikasına bütünlük açısından kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır.

Vedat Türkali.

VEDAT TÜRKALİ’NİN ESTETİK VE POLİTİKASI

Yazar, şair, sinemacı ve edebiyatçı Vedat Türkali, sadece duyarlı bir aydın ve yazar değil, aynı zamanda 1940’lardan beri Türkiye’deki gelişmelere tanıklık eden bir “eylem adamı”dır. Yazar, romanlarında bu tanıklıkları işleyerek kolektif bir belleğin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Vedat Türkali’nin sanatsal ürünlerini üç döneme ayırmak mümkündür:

1. 1938’den 1960’a kadar: Şiirlerin ağır bastığı dönem.
2. 1960’tan – 1965’e kadar: Tiyatro ama öncelikle de sinema alanında verdiği ürünleriyle Türk sinemasına sınıfsal bakışı soktuğu dönem.
3. 1975’ten günümüze kadar romana yoğunlaştığı dönem.

Vedat Türkali romanlarında kronolojik olarak Türkiye’nin tarihini, daha doğrusu Türkiye solunun tarihini anlatır: Örneğin Güven 1940’ları, Yeşilçam Dedikleri Türkiye 1950’leri, Bir Gün Tek Başına 1960’ları, Mavi Karanlık 12 Mart 1971’den sonrasını, Tek Kişilik Ölüm 12 Eylül 1980’den sonrasını ve Kayıp Romanlar 1990’la rı anlatır. Türkali’nin romanlarının ayırt edici özelliğini Ali Mert şu sözlerle özetler:

“Türkali’nin romanlarında ilişkiler, gerçek yaşamdaki bütün zenginlikleriyle veriliyor. […] Söz konusu derinlikle birlikte, Türkali’yi diğer gerçekçi roman yazarlarımızdan ayıran bir başka husus da, kurguya verdiği önem. Bunda sanırım sinemayla dolaysız ilişkilerinin, senaryo yazarlığı deneyiminin özel bir rolü var. […] Türkali’de tarih, süreç ve bütünlük boyutuyla algılandığından, insanın onun karşısındaki konumlanışı da daha net olarak tarif edilebiliyor. Bu konumlanış, ‘içinde olma’yı da, ‘yalıtık kalma’yı da barındırabiliyor. Sol kadroların romanını, daha doğru bir deyişle solun romanını yazarken bu iki ucu da verebilmek büyük önem taşıyor.” (Mert 2002: 91-92)

Türkali, hiç kuşkusuz, taraflı bir yazar ve sorumluluk bilinci olan bir aydındır. Yazarın, “çağımızın sorumluluğu” olarak adlandırdığı anlayış, Türkali’nin gerçeklik anlayışını da biçimlendirmektedir.

“Toplumu yansıtmak değil yalnızca görevimiz, daha iyiye değişmesi için verilen savaşıma katkıda bulunmak sanat yoluyla. […] İçinde yaşadığımız toplumun ve dünyanın sorunlarına en doğru çözümü düşündürmekte en etkin yolu tuttuğuma inanıyorum böylece.” (Türkali 2002: 91)

Bu cümlelerden de anlaşılabileceği gibi Türkali için sanat ve edebiyatın toplumsal bir işlevi varır: Sanat yoluyla toplumun dönüşmesine katkıda bulunmak. Vedat Türkali’nin sanatsal yaşamında başından beri Nâzım Hikmet’in rolü yadsınamaz ve bu da daima göz önünde bulundurduğu doğrulara, halkına yararlı olup sanatta yaratıcı olmayı da dahil etmiştir.

“İnandığımız doğruların yörüngesinden sapmadan sanatta yaratıcılık görevini sürdürmek, çocuk denecek çağlarımızda, Nâzım’dan öğrendiğimiz şeydi bizim. […] Yalnız -varsa- şiirimin değil, kişiliğimin de kaynağında Nâzım’a olan hayranlık önemli yer tutar. […] Fıkara işçi mahallesinin lisede okuyabilen çocuğu olarak ileri yolda ilk adımlarımı atmaya da, o yol- da yapabileceğim en yararlı iş olduğu inancıyla devrimci şiirler yazmaya da Nâzım’la başladım.” (Türka- li 2002: 128-129)

Vedat Türkali’nin sanatsal kaygısı onun siyasal kaygısıyla da örtüşmektedi. Yazar, inandığı doğruların yanında estetik kaygılarını da dile getirip, derdinin “bir başka güzellik önerisiyle” yola çıkmak olduğunu belirtir. “Bir başka güzellik önerisiyle çıkmışsanız yaşadığınız dünyaya, ki sanatın görevidir bu, o dünyanın insanlarına yeni bir bakış açısı sunuyorsunuz demektir; isteseniz de istemeseniz de politik bir tavırdır bu.” (Türkali 1999: E-dergisi)

Vedat Türkali’nin romanları, ayrıntıları yakalaması ve kurgusuyla sinemacılığından ve senaryo yazarlığından etkilenmiştir. Kameranın gözüyle, yazar belli noktalara odaklaştırmayı sağlar. Sinemacılık, anlatım yöntemini zenginleştirip karakterlerini daha da canlı kılar.

KenanBİR GÜN TEK BAŞINA (1974)

Bir Gün Tek Başına romanının olay örgüsü 27 Mayıs 1960’ı önceleyen bir sürece dayanmaktadır. Halk, Menderes iktidarı ile CHP muhalefeti arasında ikiye bölünmüştür. Kenan geçmişte biraz siyasete bulaşmıştır, ideolojik olarak solda konumlanır. Ancak henüz öğrenciyken göz altında alınıp sorguya çekildiği bir anda ürkmüş, ardından da hiçbir etkinliğe katılmamıştır: “Bende iş yokmuş. İki tokatlıkmış demek bütün direncim, inancım…” (s. 11) İdeolojik olarak Kenan inancını yitirmiş, umutsuz ve hayattan bıkkındır.

Kenan, Günsel’le tanışana kadar karısı Nermin ve kızı Zeynep ile “mutlu” bir aile hayatı sürer gözükmektedir. Kenan ve eşi Nermin tarih okumuştur, ancak mesleklerini icra etmezler. Bir dönem Anadolu’da öğretmenlik yaptığını geçmişe döndüğü hatırlamalarından öğreniriz. Nermin bir süre çalışmıştır, kızı doğduktan sonra kocasının da isteğiyle öğretmenlik yapmayı bırakmıştır. Kenan ailesinin geçimini kitapçı dükkânıyla sağlamaktadır. Günsel’le tanışmadan önce Kenan’ın sosyal çevresi ailesinden ve arkadaşı Rasim’den oluşmaktadır. Roman boyunca çocukluk arkadaşı Rasim “karşı taraf”ı temsil eder: “gemisini kurtaran kaptandır” (s. 29) bencilliğiyle iktidara yakın durup, hatta Kenan’ın haberi olmadan Nermin de ikna edip “Vatan Cephesi”ne yazılırlar. Ekonomik olarak iyi bir konumda olan Rasim, Kenan’ı da işin içine çekebilmek için kitapçı dükkanının bulunduğu hanın yıkılacağı söylentisini bile yayar. Kenan, özellikle de Günsel’le tanıştıktan sonra Rasim’den uzak durmaya çalışır, ancak öte yandan arkadaşının Teşvikiye’deki garsoniyerinin anahtarını istemekten de vazgeçmez.

Tanıştıktan kısa bir süre sonra Kenan ile Günsel arasında tutkulu, ama inişli çıkışlı ve güvensiz bir aşk başlar. Onunla beraber olabilmek için Kenan karısından ayrılmak ister. Ancak Nermin çocuğunun babasız büyümesini istemediği için Kenan’ın boşanma teklifine yanaşmaz. Odaları ayırmalarına rağmen Kenan, çok sık olmasa da Nermin’le birlikte olmaya devam eder. Öte yandan Günsel’i çevresindeki erkeklerden kıskanıp Günsel’le aralarının açılmasına sebep olur. Cinsellik konusunda Kenan’ın tutucu bir duruşu vardır: Nermin’le yattığı için Günsel’e karşı suçluluk duyar, fakat cinsel zaafına karşı gelemez. Nermin’in gebe kaldığını öğrendiğinde bunu Günsel’e anlatır. Bundan sonra Kenan ile Günsel’in iliş kisi kopma noktasına gelir. Günsel, gebe olduğunu Kenan’a anlatamaz ve kürtaj olmaya karar verir “tez elden kurtulmalı bu piçten” (s. 600). Bu arada Kenan’ın polis ajanı olduğu dedikodusu yayıldıktan sonra Günsel, Kenan’ı terk eder. Bir akşam eve gelip karısına ve kızına karşı şiddet uyguladıktan sonra onlar da evi terk ederler. Kenan çıkış yolunu intiharda bulur ve 26 Mayıs 1960’ta toprağa verilir. Günsel, Kenan’ın intihar ettiğini öğrenince pişman olur ve çocuğunu doğurmaya karar verir.

Kenan, yaşadığı toplumdan ve gidişatından memnun değildir, ancak bu memnuniyetsizliği genelde iç monologlar aracılığıyla gerçekleştirilen şikâyet etmenin ve yakınmanın ötesine geçmez:

“Her şeyimiz yalan…[…] Ne şiirler yazdık, ne söylevler çektik bir zamanlar. […] En iyisi düşünmemek! […] Kitaplığın üstündeki Cumhuriyet’i aldı. Amerika, Nato, Kızıllar, Vatan Cephesi, Menderes, İnönü…” (s. 10-11)

Kenan, toplumun değişeceğine dair inancını kaybetmiştir. Öncelikle de içki sofralarında dile getirir bu karamsarlığını ve çözümü içmekte bulur: “Yapacak neyimiz var başka? İçeceğiz… Kenan sonuna dek dikti kadehini. Yenisini söyledi.”(s. 57)

Nitekim Günsel’le de bir içki sofrasında tanışır. Günsel, İstanbul Ünivesitesi’nde Felsefe okuyan 23 yaşında genç bir kadındır. Bitirme tezi aşırı bulunup “Marxcılığa” (s. 50) kaçtığı için reddedilmiştir. Nâzım Hikmet’ten ezbere şiirler okuyan Günsel, herkes tarafından çok sevilir ve sosyal çevresi oldukça geniştir: öğrencilerin dışında, gecekondu mahallesi, işçiler, kuramsal birikimiyle işçi önderi “Baba”, kendisi gibi devrimci ve sürgünde olan ağbisi ve arkadaşları. Günsel en çok çocukluğundan beri devrimci olan ağbisinden etkilenmiştir.

“Daha küçük yaşlardan beri ağbisinin öğrettiği devrimci marşları bazı onlarla birlikte söylemek, Nâzım’dan bir şiir okumak, günün politik konularını tartışıp açıklamak […] Günsel’in yalnız yaparken mutluluk duyduğu değil, yapmazsa yaşamının tadı, anlamı kalmayacağına inandığı şeylerdi.” (s. 206)

Kenan Günsel’le tanıştıktan sonra, öğrencilik yıllarından beri yenemediği korkusunu örtmeye çalışıp işçilerin tarafına geçmeye uğraşır. Fakat bu deneyimin pek de başarılı olduğu söylenemez. Nitekim, bir tartışma esnasında Günsel’i Kenan’a karşı “bıktım senin bu küçük burjuva bunalımlarından […] pis küçük-burjuva!” (s.277) sözleriyle kızgınlığını dile getirdiğinde Kenan kendini bir işçi mahallesinin kahvesinde bulur. Niyeti, işçilerle arasındaki mesafeyi kapatmaktır. “Sizleri görmeye geldim, dedi, inanın bana. Tek görevim, tek isteğim bu… Sizleri görmek, tanımak, sizlerle birlik olmak.” (s. 288) İlerleyen saatlerde Kenan rakı sofrasında işçilerle sohbetini yoğunlaştırır, kendi aralarında tartışan işçilere şu sözlerle müdahale eder:

“Yine başlamayın horoz dövüşüne, dedi. Bırakın şu Halk’tı, Demokrat’tı kavgasını. Ortak çıkarlarınızı düşünün. Halkçı ol, Demokrat ol, sonunda işçisiniz. Bütün yük sizin sırtınızda. […] Ele ele verin; kardeş bilin birbirinizi, Halkçısına da doydurmayın kendinizi, Demokratına da…” (s. 292)

Kenan, ertesi sabah Emniyet Müdürlüğü’nde kendine geldiğinde “her yanını kaplayan acı”yı fark eder. Cüzdanındaki paraları da gasbedilmiştir. Evdekilere kaza geçirdiğini söyler. Kenan’ın işçilere yakınlaşma denemesi fiyaskoyla bitmiştir.

Nisan 1960’da öğrenci ayaklanmaları başladığında Kenan öğrencilerin arasına katılmaya çalışır:

“Bağırmak geldi içinden onlarla birlikte, olmadı bir türlü. […] öyle cılızdı ki sesi, kendine bile gülünç geliyordu. Peki kiminle birlikte bağıracağım ben? İşçilerin arasına da giremedim. Tek başınayım şu yolun kıyısında.”(s. 496)

Fakat polisin ateş açmasıyla ikircikliğe düşüp kaçmaya başlar:

“Sürekli ateş ediyordu polis. Birçokları devrilmişti yine. Bilinçsiz bir korkuya düşüverdi birden. […] Çığlıklar, bağrışmalar geliyordu. Birden o zaman vardı bilincine: Kaçıyorum!.. Ter içindeydi. Şimdi yeniden ter döküyordu utançla.”(s. 497)

Romanda olay örgüleri çoğunlukla Kenan’ın, bazen de Günsel’in perspektifinden anlatılmaktadır. Kenan’ı sempatik kılan da hiç kuşkusuz Günsel’dir. Gerçi Kenan romanın baş kişisidir, fakat kahraman olduğu söylenemez. Olsa olsa bir anti-kahramandır o. Bu da Vedat Türkali’nin hiçbir romanında ana karakterlerini yüceltmemesinden kaynaklanmaktadır. Onlar zaaflarıyla, hatalarıyla ete kemiğe bürünmüş insandırlar.
Bir Gün Tek Başına ’da olumlu devrimci karakterler Günsel’in dışında ağbisi Hasan ve “Baba” karakteridir. Günsel’i kuramsal olarak etikleyen de “Baba” karakteridir. “Baba” roman boyunca Kenan’ın temsil ettiği Türk aydınının çıkmazını, korkaklığını ve örgütsüzlüğünü eleştirir:

“Yetti dağınıklık. […] Örgütsüz hiçbir şey olmaz… Yiğitlikler yapmışsın, dayanılmaz acılara katlanmışsın, ölmüşsün tek tek, bir örgüt içinde olmadıysa bunlar, boş… Kimsenin kimseden haberi bile olmaz. Birikim de yapamazsın. Çektiğinle kalırsın. Aydınlarımızın çilesi işte…” (s. 205) “On üçüncü yüzyıldan sonra halkından kopmuş Türk aydını. İşin acı yanı, ileri aydın da kopuk bugün halktan.” (s. 423) “Korku tek sığınağı özgür aydınımızın […] Doğruları anlamaya başlayan bir yürekli çıksa da dayanamaz uzun boylu; politikacı, sanatçı, yazar, nice ünlü kişi aramızdan kaçıp gitmiştir karşı yana. Geçmişindeki
bu olay da, ya örtbas edilen bir yüzkarası, ya da acı tatlı anımsanan bir gençlik günahıdır.” (s. 425)

Ne yazık ki, 1974’te yazılmış bu sözler günümüzde daha da geçerlidir. Öncelikle de neoliberal “aydın” örneğinde tanık olmaktayız bu duruma. 12 Eylül darbesinden sonra idamlarla yargınlanmış, işkencelerden geçmiş, hapisler yatmış, yıldırılmış, korkutulmuş aydın ve yazarlarımız bugün 12 Eylül darbesinin şakşakcılarının yanında “darbe karşıtlığı” gerekçesiyle yer alabilmektedir. Gerçek darbecilere dokunulmazken, Cumhuriyetçi ve aydınlanmacı yazar ve aydınlar darbecilikle suçlanıp tutuklanmaktadırlar. Neoliberal aydın ise bunu görmezden gelir. Geçmişteki aydın ve halk arasındaki bölünme günümüzde farklı bir boyut kazanıp başka bir bölünmeyi de beraberinde getirmiştir: Bu bölünme hiç şüphesiz yurtsever aydın ile neoliberal aydın arasındadır. Kenan günümüzde olsa olsa neoliberal bir “aydın” olurdu: Sözde tarafsızlığıyla iktidarın yanında, sınıfsal bilinçten yoksun, korkak ve sinik. Sonuç olarak, Vedat Türkali’nin 1960’ların başında “Baba” karakterine söylettiği aydın eleştirileri günümüzün öngörüsüdür. Acı ama gerçek, etrafımızda Kenan karakterleri çoğunluktadır…


Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/Haziran 2010 2. sayıda yayımlanmıştır.

Kaynakça:                                                                                                                      Mert, Ali: Omurgayı Çakmak, Türkiye’de Aydının ‘Omurga Sorunu’ Üzerine 30 Deneme, Gelenek Yay, İstanbul 2002.
Türkali, Vedat: Tüm Yazıları, Konuşmaları, Gendaş Yay., İstanbul 2002.
Türkali, Vedat: “Bu yapı değişmedikçe bu yazgı da değişmez”, söyleşi, E-Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi (8), Kasım 1999, s. 7-13.
Türkali, Vedat: Bir Gün Tek Başına, Gendaş Yay., İstanbul 1999.

 

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin