Masallar ve Kahramanın Sonsuz Yolculuğu

Masallar ve Kahramanın Sonsuz Yolculuğu

Her şeyin bir başlangıcı vardır.  Yaşaman için nefes alman, konuşmak için ses çıkartman, yazmak için okuman, adım atmak için düşmen gerekir… Bazen istersin bazen sen istemesen de kendiliğinden gelişir her şey

Somut halde vücut bulan eylemlerinin sorumluluğunu her şekilde üstlenmek zorundasındır. Buna “Yaşamın Kuralı” derler. Bir de sırların vardır, kendi kendine konuştuğun, kimseyle paylaşmak istemediğin sırların. Tıpkı çocukken, herkesten saklamak için o en sevdiğin portakal ağacının toprağına gömdüğün renkli topacın gibi mesela. Bilyeleri paylaşırsın, bebekleri, tokanı paylaşırsın ama o renkli topaca kimse dokunmasın istersin. O topacı sararken kurduğun hayallerinin kirleneceğinden korkarsın, o hayallerin dile gelip ona dokunan kişiye duyulacağından korkarsın. O hayallerle dalga geçilmesinden, o hayallerin yaşanamamasından korkarsın. Böylelikle başlar kişiliğinin en korkak tarafı. Çünkü çocuklar kırmıştır seni, yalnız kalmışsındır kimi zaman, en yakınların bile “hayalci” olarak tanımlar seni.

Ama bilirsin hayal edemediğin şeyleri yerine getiremezsin ki! Hayal etmek için, yaşamın akışı hızlıysa önce yavaşlaman gerekir. Yavaşladığın zaman çevrendeki güzelliklerden önce içindeki güzellikleri, ihtiyaçlarını fark edersin. Bu içine yaptığın fark ediş yolculuğu dışarıdaki dünyanın güzelliğini önüne serer. Sabah kalktığında pencereden vuran güneş ışığının sana “merhaba” dediğini duyabilirsin. Evinin yanındaki ağaca yuva yapmış serçelerin senfonisine içinin müziğiyle cevap verirsin hem de yüzünde kocaman bir gülümseme ile. Belki de geceden mayaladığın hamuru sabah erkenden kalkıp en haklı haliyle kabarmış bulursun ve sürersin fırına, mis gibi ekmek kokusu sarar evinin her bir hücresini. İşte fark etmek bu güzellikleri sunar sana. Hem de sadece yapman gereken şey yavaşlamaktır.

Ama bu yeter mi? Bana yetmedi. Fark ettiğinde arkasından onu takip eden “hissediş” ile tanışırsın. Bütün bu güzellikler sana öyle bir hisle geri döner ki, uzun çok uzun zamandır elini uzatmadığın o içindeki çocuk çıkar bu sefer sahneye hem de seninle beraber oyun oynamak için. Fırından çıkarttığın kendi ellerinle yaptığın o sıcacık ekmeği ağzına götürdüğünde köyde anneannenin sabah erkenden kalkıp odun sobasında çay yerine ıhlamur kaynattığını, sobada ekmekleri ısıttığını, üzerine de tereyağı ve bal sürdüğü sabahları anımsarsın. Ve işte o evinde kendi ellerinle yaptığın ekmeğin kokusu seni o en masum yıllarına götürür. Ve sen bunu kanının her damlasında “hissedersin.”

Hissedişi de yaşadıysan sıra “dinlemeye” gelmiştir. İçin sana bir şeyler fısıldıyordur. Önceden hiç duyamadığın bu sesler; yavaşlamanla, fark etmenle, hissetmenle bütünleşir ve sana sesleri çok net bir şekilde çıkarır. Ve sen dinlersin…

Tüm bu süreçler eski Yunanlardaki var olan iki düşüncenin farkına varmakla oluşur. Eski Yunanlar iki düşünce merkezimiz olduğunu söyler. Bunlardan birincisi Logos, ikincisi ise Mitos’tur. İçinde bulunduğumuz yaşam Logos yanımızın yani algı ve gerçek tarafımızın baskın olması gerektiğini hissettirir bize. Her şeyi mantık çerçevesinde yapmamız gerekir, belli bir düzende çalışmamızı, kalıpların çok dışına çıkmamamız gerektiğini aktarır. Ve hal böyle olunca biz Mitos yanımızı yani hayal etme, metaforik düşünme, arketiplerin farkına varmamız gereken yanımızı büyütmeyiz, büyütemeyiz. İşte içinden gelen şeyleri söylemek, yapmak, o çok meşhur kalbinin sesini dinlemek mitosu dinlemektir. Ne kadar derin hissedersen o kadar derin geçer hem hayatına hem hayatındaki insanlara. Mitosun anlamı budur: içine girer bir düşünce ve onu hissedersin.

Masalda logos kapanır, mitos açılır. Masalı açıklamak zorunda değilizdir, mitosumuz var olduğu sürece masalın anlamını mitos korur. Cesaret, direniş gücü verir mitos.

Tüm bu hissediş için bağlanmak önemlidir. Bir anlatıcı olarak önce kendinle bağlantın sağlam olmalı ki, masalını dinleyen diğer kulaklar da bu bağı hissedip kendi öykülerine bağlanabilsinler.

 

Tatar Çölü

Benim masal yolculuğum bu “bağlanma” kökünden başladı. Kendimi bildim bileli sessizliğimin tek çığlığı hayal kurmaktı. Çatı katı olan bir evin üst katında büyümek gibi bir şansa sahiptim. Üç kardeşin hem ortancası hem tek kız olmam sebebiyle sessizliğim belki iki katına çıkmıştı. Bu noktada yapabileceğim en özel şey hayal kurmak ve yazmaktı. Odamın terasına çıkıp, bordo kiremitlere uzanıp, yıldızlardan hikayeler yaratırdım. Göğe emanet çok fazla hikayem var, belki bir gün onları da anlatma şansım olur. O dönemlerde “bağlanma” sorunumu hayal kuruculuğuma ve amatör yazar oluşuma emanet etmiş ve yol almıştım. Genç kızlığım çok sarsıcı geçerken, hala sessiz, konuşmayan, susan, sürekli yazan bir ergendim. Üniversiteyi kazandığım ilk yıl kütüphane en yakın dostum olmuştu. Fakülteden çıkıp çok yakın olduğum yedi kişilik bölüm arkadaşlarımla öğrenci evinde en ucuz ücrete sahip olan ekmek arası patates yerdik. Sonra kendimi begonvil bahçesinin ortasında kütüphaneye yürürken bulurdum. Ve rafların arasında kaybolarak geçen o muhteşem zamanlar başlardı. Bir gün elime bir kitap geçti o rafların arasından. Bir oturuşta bitirmedim o kitabı, aksine sindire sindire, her cümleyi içime çeke çeke okudum, okurken yaşadım. Ne çok içimi anlatıyordu, dedim on sekizli yaşlarımda. Ve kitap kendini sonlandırmaya yaklaştığında şu cümlesiyle bana “elveda” dedi.

Drogo’nun Ay’ı görmeye vakti olacak mı, yoksa daha önce mi gitmesi gerekecek? Odanın kapısı hafifçe sarsılıp gıcırdar. Belki bir esinti ya da böyle bahar akşamları görüldüğü türden hafif bir rüzgardır. Belki de, sessiz adımlarla gelen ve şimdi Drogo’nun koltuğuna yanaşan O’dur. Giovanni bir gayretle dikilir, bir eliyle üniformasının yakasını düzeltir, camdan dışarı son bir göz atar, yıldızları son kez görebilmek için fırlatılan küçük bir bakıştır bu. Sonra, karanlıkta, hiç kimsenin kendisini görmeyeceğini bilmesine rağmen, gülümser.”*

Beni ilk cümlesinden son paragrafına kadar böylesine içine alan bu kitapta aslında başka bir duygu vardı. O da; önemsenmemekti. Kahramanımız Teğmen Drogo, atandığı Bastiani Kalesi’ne vardığı ilk gece tek bir insanın bile kendisini düşünmeyeceğini, herkesin işi olduğunu ve en acısı da yalnız olduğunu zaten hissetmişti. Ama işte tüm bu duygulardan öte önemsenmediğini hissetmişti. Kendi bağlanma sorunumu, bu kitap önemsenmemek ile önüme sermişti. Kitap boyunca içimde sürekli bir fırtına vardı, çoğu zaman çok kızıyordum kahramana. “Beklemek” öyle bir hal almıştı ki benliğimde en sonunda Teğmen Drogo en yakın arkadaşım olmuştu. Onun yalnızlığına kendi yalnızlığımı armağan etmiştim. Ve sürekli ona “Bekleme(k) bir ömür zamanı…” diyordum. Kendime itiraf edemediğim tek şey bu cümleyi kendime söylüyordum. Ve yıllar yılları kovaladı. Yapmak istediklerim için hareket etmiyor ama şuursuzca olmasını bekliyordum. Ve en önemlisi başarabileceğime inanmıyor ve korkuyordum.

Hayat bu; ben evrildim, kimi zaman da devrildim ama her defasında daha da güçlenerek kalktım. Ve sonra da kadim dostum Kafka bir şey hatırlattı aldığım notların birinde:

kafkaDüz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hala gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur.”** diyordu.

Bu cümlenin bende yaktığı ateş kendi sesimi duymaya ihtiyacım olduğunu söylüyordu. Anlatıcılık yolum da böyle başladı işte. Her bir masalda, meselde, hikayede, bilmecede, tekerlemede vb. içime doğru bir yolculuğa çıkıyordum ve bu yolculuk beni dönüştürüp yeniden var ediyordu. Ama her yolculukta tıpkı Kafka’nın dediği gibi dik bir yokuşun başında buluyordum kendimi. Ve adım attıkça bazen adımlarım geriye gidiyordu. Bu bana umutsuzluk değil, yolculuğumun daha anlamlı geçeceğini hissettiriyordu. Sonra elime Joseph Campbell’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabı geçti. Campbell bu kitapta kahramanın geçmesi gereken adımlardan bahsediyor ve baktığımızda hayatımızın döngüsünü bize anımsatıyordu. Ve ben bu sonsuz yolculuğun varlığından sonra hayatımın masalım olduğunu içselleştirip yolculuğuma öyle devam etme kararı aldım.

Sıradan bir hayat yaşıyoruz ve bu sıradanlıkta dönüp duruyoruz. İçimizden bir ses bu sıradanlığı bozmamız gerektiğini söylediğinde, biz bu sese kulak verip adım attığımızda bizim yolculuğumuz başlıyor. Fakat bu adımı atmak çok kolay değil. Çünkü korkularımıza esir olma dürtümüz çok yüksek. Bu da bizim kahraman olarak sonsuz yolculuğumuzda bir adım işte. Korkup geri çekilmek de korkularımıza rağmen adım atıp yola çıkmak da bizim hayatımızı oluşturuyor.

Yola çıktığımızda karşımıza bir rehber çıkıyor. Bu bir insan, bir cümle, bir film, bir yaprak, bir ağaç, bir nehir olabilir. Bu rehber bizim ışığımız oluyor ve o karanlık yolda, korkulacak bir şey yokmuş hissini içimize işleten bir ışık oluyor. Leonard Cohen’in dediği gibi; “There is a crack in everything, that’s how the light gets in.”*** Bir çatlak var her şeyde, işte ışık böyle sızıyor içeriye. Sen bu çatlağının farkında olmalısın ki o ışık içeri girebilsin. Bu karşılaştığın rehber o çatlaktan sana ışık olarak geliyor işte. Ve bu içsel bir konuşma başlatıyor kendinle. Bu konuşmayla kahraman artık yolda olduğunun farkına varıyor ve yolun tadını çıkartmaya başlıyor. Ama ta ki; karşısına bir sorun çıkana kadar. Buna hayatın akışında “eşik” diyoruz. Kahraman olarak bu eşikten atlamak zorundayız ve yaşamımızda karşımıza bir değil birden çok eşik çıkıyor. Ama biz ilk eşikte bir adım atmalıyız. Ve işte büyük ve uzun soluklu yolculuklar küçük bir adımımızla başlıyor. Sen o adımı attığın anda artık yoldasındır ve eski Sen’e dönüşün yoktur. Kahraman olarak sonsuz bir yolculuk başlamıştır. Ve karşına iyiler de çıkar kötüler de çıkar. Korkarsın, başaramadığını düşündüğün şeyler belirir karşında ve başaramayacağını düşünürsün yolda. İçine dönersin ve “olmadı, yapamadım” dersin. İç sesinle yüzleşmek zorundasındır. Bilinçaltınla bir yolculuk başlar böylelikle ve ipek böceği misali örmeye başlarsın kozanı, kendini kapatırsın dış dünyaya. Olgunlaşman gerekiyordur artık. Bu kahramanın en zor, en dipte olduğu zamandır. Ama buradan çıkabilirsen, hiç olmadığın kadar güçlü çıkarsın o kozadan. Ve kozadan çıkış anı sana yeni bir bakış açısı kazandırır.

 

kahramanın yolculuğuArtık bir kelebeksindir ve eski “sen” dönüşmüş, değişmiştir. Artık daha güçlüsündür. Peki, yol biter mi? Hayır. Sonra karşına savaşman gereken bir canavar çıkar. Savaştığımız içimizdeki gölgedir, vahşi yanımızdır. Belki ilk denemede yeniliriz ama yılmadan devam ederiz savaşmaya. Ve en sonunda savaşı kazanırız. Kazandığımız içsel yolculuğumuzun farkındalığıdır. Ve ödülümüzü alırız artık dönmemiz gerekir. Ama dönerken aynı “sen” değilsindir. Dönüş yolculuğunda kazandığın ödül sana yoldaş olur. Bu ödül senin kendine inancındır, gücündür, farkındalığındır. Ve insanlar seni döndüğünde artık bir kahraman olarak bekler. Peki, bu yolculuk biter mi? Hayır!  Campbell bu yüzden “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” der. Çizgisel değil, spiral bir yolculuktur bu. “Yola çık, yol açık” deriz. Boşuna çıkmayız yola.

Ben de masal yolculuğumda kendim için ne yapabilirim diye sorunca önce içime döndüm. Kendi sesimi duymaya ihtiyacım olduğunu gördüm. Kendi sesimi, kendime duyurunca o sesi çok sevdim. Sevdikçe anlatmaya devam ettim, anlattıkça çoğaldım. Çoğaldıkça kendime yetemedim ve başkalarıyla paylaşma ihtiyacı duydum. Sevgili hocam Judith Liberman bu yolculukta benim ustam oldu. Zihnimden çıkıp bedenimle anlatmayı keşfettim, arketipin, sembollerin özüyle tanıştım, masallarla kendi hayatımı doğaçlamayı öğrendim ve en sonunda kendi masalımı yazma yoluna girdim. Ve anladım ki ben kendi masalımın kahramanıyım. O vakit dedim ki; hayatım masalımdır! Ve sonra kendi sesine yabancı olan diğer insanlara, kendi sesleriyle tanışma fırsatı doğurabildim. Ve bu masal yolculuğumda tek olmamam gerektiğini anladım. Ve masal anlatmaya başladım. Ben anlattıkça kendim iyileştim, ben iyileştikçe tebessümlerim çoğaldı ve sonra dedim ki; hayatın masalındır! Çünkü masallar, hayatın simülasyonudur ve olay örgüsü aynı bu sonsuz yolculuk gibidir. Masallar bizi gerçek dünyaya hazırlar. Masaldaki kahramanla özdeşleşiriz ve onun kahramanlığı bize rehber olur. Hikayeler bu dünyada mümkün olan tek büyüdür. Çünkü yaşadıklarımızın bir hikaye olduğunu gördüğümüz zaman bunu değiştirme gücüne sahip oluyoruz.

Einstein demiş ki; “Çocuklarınızın akıllı olmalarını isterseniz onlara peri masalı anlatın. Daha akıllı olmalarını isterseniz daha çok peri masalı anlatın.” Sanırım, Einsten da, olasılıkların masal anlatınca sonsuz olduğunu fark etti. Çünkü olasılıkları görünce harekete geçebiliyorsun, oturmuyorsun. Hem kendi hayatını hem de çevreni değiştirme gücüne sahip oluyorsun. Çünkü; masal iyileştirir.

Benim dönüşümüme masallar, meseller, hikayeler, mitler yardımcı oldu. Şimdi de hem çocuklara hem yetişkinlere masallar anlatıyorum. Dünya’yı masallara inanan çocuklar ve çocuk kalabilenlerin kurtaracağına inanıyorum. Ve bunun bir ütopya olmadığını sonuna kadar savunuyorum. Eğer bana inanmıyorsan, bir gün mutlaka beni dinlemelisin (:

*    Dino Buzzati, Tatar Çölü, İletişim Yayınları, 1991
**  Franz Kafka, Aforizmalar, Altıkırkbeş Yayın, 1998
***Leonard Cohen, Album; The Future, Song; Anthem

3 Yorum

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin