Türk Edebiyatının Amblematik Estet Entelektüeli: Mümtaz

Zeynep Bayramoğlu

Mümtaz

Huzur, içinde barındırdığı tüm kültür çatışmalarına rağmen Tanpınar’ın en şiirsel romanıdır ve bunu kahramanı Mümtaz’ın dünyaya estetik bakış açısına borçludur.

Romandaki anlatıcı Mümtaz’ın iç sesinden başkası değildir. Huzur’daki bütün kontrastlar, Doğu-Batı, alaturka müzik-alafranga müzik, güzellik-çirkinlik, İstanbul’un yoksul semtler ve Boğaz, Mümtaz’ın iç sesinde veya Tanpınar’ın anlayışıyla konuşacak olursak iç müziğinde birleşir ve bir üsluba dönüşür.

Mümtaz, Tanpınar’ın şiir halidir ve yazar bütün sanatsal ve estetik kaygılarını ve dünyayı algılayışını bu kahraman aracılığıyla ortaya koymuştur. Bu anlamda kitapta yer alan Mümtaz’ın her düşünce ve duygusu Tanpınar’ınkilere eşdeğerdir diyebiliriz. Kahramanımız da Tanpınar gibi büyük bir kültür adamıdır ve müziğe karşı çok duyarlıdır. Hatta öyle ki bunu romanda “[musikiyi] hayatıma naklettim”* şeklinde belirtecektir.

MümtazRomanın akışında her aksiyonun müzikte bir karşılığı vardır, Mümtaz’la Nuran’ın aşkı başta Mahur Beste olmak üzere Türk klasik musikisi üzerine kuruludur. Bütün karakterler vecd halini ve Suat kendisini intihara sürükleyecek olan isyan durumunu üçüncü bölümde Dede’nin Ferahfezâ Ayini icra edilirken bulur; Beethoven’in Re Majör konçertosuyla intihar eder; romanın yapısı Beethoven’in La Minör Kuartet’i üzerine kuruludur. Sonuncusu hariç hepsi de Mümtaz’ın estetik kaygılarıdır. Tanpınar, Mümtaz’da kendini ortaya koyduğuna göre Mümtaz, romanda yazarın estet ve entelektüel kişiliğinin bir yansımasıdır. Mümtaz Osmanlı ve Batı kültürünün şaheserleriyle teçhizatlanmış, kendi deyişiyle “Baudelare’de kendini bulmuş” (s. 40-41) ve hayatı olabildiğince estetize eden bir kişilik yapısına sahipti. Bu Huzur’da Nuran ve Mümtaz bir Boğaz gezintisindeyken şu şekilde dile gelir:

“[Mümtaz] – Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğimiz şeyin büyüklüğü bizim içimizdedir…
Nuran genç adama dikkatle bakıyordu.
— Hareket, hareketten bahsetmiyorsunuz?
— Bahsettim işte. Herkes bir şey yapmaya mecburdur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben bu talih, kendinden, iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Belki o biz ölümün en iyi en rahat kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor. Onu bulduğum zaman…” (s.124)

Mümtaz’ın hayatı, Nuran’a olan aşkının tüm güzellikleri birleştirmesi sayesinde bir sanat eserine dönüşür. Sanat, doğa ve kadın bir bütün olur ve böylece bir nevi sanatçı panteizmine ulaşır. Aşkları bir sanat eseri sayesinde doğmuştur: Mahur Beste. Nuran, Mahur Beste’yi Mümtaz’a ilk teklifte rica bile etmeden okumuştu ve Nuran’ı alaturka müzik dedikler garp tokmakla döve döve hazırlamışlardı (s.137). Mümtaz belki de Mahur Beste’nin genç kadın üzerinde çok yüklü bir ırsiyeti bulunmasa ona böylesine bağlanmayacaktı (s.277).

Nuran’ın ailesi tarafından uğursuz sayılan Mahur Beste’nin hikâyesi kitapta şöyle anlatılmaktadır:

“Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biriyidi. Eserin kendi macerası da garipti. Talat Bey’in karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşıyla sevişerek kaçınca Mevlevî muhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmıştı. Hakikatta tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen dostu Nurhayat Hanım’ın öldüğünü haber vermişti. Daha sonra bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenmişti. Mümtaz’a göre Mahur Beste Dede’nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab’î Efendi’nin yürük semaisi gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük mânasında kaderle karşılaştıran bir parçaydı.” (s.56)

Türk Entelektüelinin Çelişkileri

Mümtaz bu aşk sayesinde büyük bir kültür mirasını yaşar. Nuran’la onu birbirine bağlayan klasik Türk müziği ve Boğaz’dır. Bu yüzden sık sık şu soruyu kendine sorar: “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz? Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musikinin getirdiği coşkunluğa yorar. ‘Bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar…’ diye düşünür ve Nuran’ı onlardan ayrı düşünmeye, yalnız başına ve kendi güzellikleri içinde aramaya çalışırdı. Fakat halita onun zannettiği kadar sathi olmadığı, Nuran hayatına birdenbire gelişiyle kendisini de öteden beri mevcut olan, ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı âdeta kendisini kabule hazır şeylerin arasında saltanatını kurduğu için artık ne İstanbul’u, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bulurdu… Böylece Nuran, Mümtaz için benliğine sımsıkı bağlanan bu iki yardımcının sayesinde bütün eski, güzel ve asıl şeylerin fani varlığında hayata döndüğü, yaşadığı esrarlı mahluk, zamanı kendi nefsinde ve güzelliğinde yenmiş mucizeli mevcut oluyor, onda sanatın ve iç alemin nizamlarını buluyordu.” (s.206-207)

Mümtaz aşkını ve sanatını, Şeyh Galip üzerine yazdığı kitabı “asıl ruh iklimleri” dediği “Ferahfeza, acemşiran, beyatiyi, sultaniyegah, nühüftü ve mahuru”da (s.148) bulmasına rağmen Nuran’a “Debussy’yi sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak, bu bizim talihimizdi” (s.140) demekten kendini alamamıştır. Çünkü Mümtaz İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki Türk entelektüelinin tüm çelişkilerini içinde barındırmaktadır: Eski kültürü çok iyi bilen ve ona bağlı ama bir o kadar da Batılı. Öyle ki Ferahfeza Ayini’ni dinlerken düşüncesi Batı müziğine geçer: “Huxley, ‘Allah var ve görünüyor, fakat sade kemanlar çalarken…’ diyor. Bunu çok sevdiği romancı La Minör Kuartet için söylemişti. Fakat Mümtaz bu kuartet kitabı okumadan çok önce dinlemişti.” (s. 278)

Mümtaz’ın iki kültür arasında bütün gelgitlerine rağmen Huzur’un bütün estetiğini bu kahramana iç nizamını bulduran Mahur Beste’den ve Ferahfeza Ayini’nden aldığını söyleyebiliriz. Romanda kahramanların Ferahfeza Ayini’ni dinlemek için toplandıkları bölümde, Tevfik Bey önce Itri’nin Nevakar’ını, sonra da Mümtaz’ın ısrarlarına dayanamayarak Mahur Beste’yi söyler. Ardından roman kahramanları arasında şu konuşma geçer:

“Hayır, bu başka bir şeydi, burada Itrî’nn ihtşamı yoktu; demin hepsi beraber aynı şey düşünüyorlardı. Şimdi herkes kayalıkta oturmuş taş hücrelerde, birbirinden ayrı mahpustular.
İhsan:
— Itrî çok mahşerî! Diye düşündü! Fakat bu da çok güzel, bir müddet sustu; hep aynı uzlet içnde mahpus olduğunu hissediyordu:
— Bazı şeylerin havasından çıkmak güç oluyor, dedi. Mümtaz:
— Evet, güç oluyor… o kadar güç oluyor ki, bazen biz neyiz diye kendime soruyorum.
— İşte buyuz… bu Nevakar’ız. Bu Mahur Beste’yiz, bunlara benzeyen ince şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri bize iham edecek hayat şekilleriyiz. Yahya Kemal, bizim romanlarımız şarkılarımızdır diyordu, hakkı da var.” (s.244)

Huzur, Mümtaz’ın ya da Tanpınar’ın düşündeki, yapısı Batı medeniyeti üzerine inşa edilmiş bir şarkıdır, bir Mahur Beste’dir, bir Ferahfeza Ayini’dir. Mümtaz ya da Tanpınar da estet entelektüel olarak bu şarkının kompozitörleridir. Mümtaz Huzur’da Tanpınar’ı “Sanatçının bir genç adam olarak portresi” şeklinde temsil eder. Huzur’da Proust’taki Vinteuil sonatı gibi leitmotif olarak karşımıza çıkan Mahur Beste’nin sözleri romanın sonunda Mümtaz’ın kendini bırakışını bize açıklar: “Gittin emma ki kodun hasret ile cânı bile – istemem sensiz sohbet-i yaranı bile.” Nitekim kitabın sonunda musiki yoktur: “Radyo evin sessizliğinde tek başına, hadiselerin gür sesiyle, herkes için konuşuyordu.” (s.391) Nuran’ın aşkıyla estetiğin doruğuna ulaşan Mümtaz, Nuran’ın kaybıyla şarkısının sonuna geliyordu. Proust’a akraba bir dille yazılmış bu roman, Mümtaz karakteriyle Türk edebiyatında Swan’ı aratmayacak derecede bir estet entelektüel portresi çizmektedir.


* Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur, Dergâh Yayınları, 1999 İstanbul, s. 138

** Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2010 4. sayıda yayımlanmıştır.

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin